Perfume of Hell - Çıkmaz

Perfume of Hell - Çıkmaz

Perfume of Hell - Çıkmaz
Perfume of Hell - Çıkmaz

Kalmış ekmek, biraz süt ya da herhangi bir şey bulayım da oğlum yine aç karnına yatmasın diye bakkala gittim.

-“Borcumu ödeyeceğim” dedim. “Göreceksin, ödeyeceğim. İş arıyorum. Bir şeyler bulacağım.”

-“Bulursun elbet” dedi sessizce.

Ekmek verdi, elini öptüm. Eve gittiğimde annemi gördüm. Oğlum kucağındaydı. Beni görür görmez oğluma seslendi:

-“Gördün mü? Ben demiştim anne ekmek getirir diye.”

-“Sana gerçeği söylüyorum. Bana 25 dolar verdi ve sana yurt dışında iş bulabileceğini söyledi.”

İnanamayan gözlerle anneme baktım. Aklını yitirdi sanmıştım. Çok zor durumda, adeta… çıkmazdaydık.

-“Gerçeği söylüyorum” diye yineledi. “Bu akşam gelip seninle konuşmasını söyledim.”

-“Peki neden Ivan’a da iş bulamıyor? O benim kocam. İkimiz birlikte gideriz.”

-“Ivan içmesiyle nam salmış.”

-“İş bulursa içmeyi bırakır.”

Oğluma sarılıp doyasıya öptüm.

Ertesi gün Sofia geldi.

-“Büyük otellerde odacı olarak çalışacak güzel kızlar arıyorlar. İyi maaş, yemek ve kalacak yer veriyorlar. Daha ne istiyorsun?”

-“Aynı otele bahçıvan, şoför falan lazım değil mi? Ivan’a iş bul istiyorum.”

-“Sana söz, ona iş bulmak için imkansızı deneyeceğim. Sen önden gelirsen onlar seni tanıdıktan sonra kocana iş bulmak daha kolay olur. Ama istemezsen annenden 25 doları geri alırım, gitmek isteyen başkasını bulurum. Bunca yoklukta buna bin şükür…”

Kendimi Roma otobüsünde buldum. Yanımda bir genç kadın oturuyordu.

-“Sen de mi Roma’ya?” diye sordu.

-“Evet” dedim ilgisizce.

-“Sofia sana da mı iş teklif etti?”

-“Evet.”

Başka bir köydendi. Orada da işsizlik ve çaresizlik. İsmi İrene’ydi ve on yedisine yeni girmişti.

-“Annem diyor ki onun zamanında her şey daha iyiymiş. O zaman da yoksullarmış ama şimdiki gibi sefil, çaresiz değillermiş.”

Durmak bilmeden konuştu. Dinlemiyordum bile. Oğlumu düşünüyordum. Birden konuşmayı bıraktı. Koluma dokundu.

-“Korkuyor musun?” diye sordu.

-“Evet, korkuyorum ama bizim köyden beteri de var mıdır?” 

Camdan dışarı baktım. Akşam çöküyordu. Ormandan geçiyorduk. Yol uzundu. Ufaktan sohbet etmeye başladık. Otobüs durdu. Sınıra gelmiştik. İndik. Her birimizin elinde çantalarımız ve evraklarımız. Bizi başka bir otobüse bindirdiler. Üstündeki yazı gözüme çarptı, “İstanbul”.

-“Nereye gidiyoruz?” diye sordu İrene.

-“Roma’ya” diye yanıtladım.

Şoför isimlerimizi söyledi. Bize kumanya dağıttı, Sofia’dan. Ne kibar kadın diye düşündüm. Ben de burada halime üzülüyorum. Huzurluya yakın bir uykuya daldık. Sabah Konstantinapolis’te uyandık. Garajda bizi bekleyen bir çift vardı. Kadın Rumence, adam Türkçe konuşuyordu. 20 dakika kadar yürüdük. Bizimkine kıyasla çok güzel görünen bir eve vardık.

-“Roma’ya geldik mi?” diye sordum çekingence.

-“Roma’ya yarın yola çıkacaksınız” dedi ve gülümsedi.

Bizi bir odaya kilitlediler. Epey geniş, içinde iki yatak olan bir oda. Uzandık. Bunca saat yol geldikten sonra uzanmak çok iyi gelmişti. Yarın da ver elini Roma, otele…

Sonra odaya dört adam girdi. Bilmem, kaç saat sonra gittiklerinde İrene’nin kanaması vardı. Rumence konuşan kadın ve muhtemelen hemşire olan bir diğer kadın odaya geldi.

-“Dört kişi göndermemeliydin” dedi hemşire.

Cehennem azabı on beş gün sürdü. İrene tek kelime etmedi. Sonra her birimize elbise, iç çamaşırı ve ayakkabı aldılar. Bir de küçük valiz verdiler.

Bizi limana götürdüler. Deniz çok güzeldi. İrene’nin hala ağzını bıçak açmıyordu. İki gün sonra Girne’ye vardık.

Böyle güzel bir şehir nasıl bu kadar dehşet barındırır?

Bizi etrafı çok yüksek telli bir eve kapattılar. Kaçmayı hayal etmek bile mümkün değil. Zemin katta küçük masalar ve rahat sandalyelerin olduğu büyük bir salon vardı. Birinci katta da bir sürü oda. Yine cehenneme düştük, bu sefer yalnız da değildik. Toplam on kadar kızdık, çoğumuz Moldovalı. Bize boş gözlerle baktılar, bir şey de demediler.

İrene bir hafta dayandı. Bir gece bir müşteriyle içki içerken belki kazara, belki kasten bardak yere düştü. Parçaları toplayıp, çöpe atmak için mutfağa götürdü.  Öğle yemeğine yakın uyandığımda İrene yatağında yoktu. Odadaki küçük banyoya girdim. Onu yerde kanlar içinde buldum. Kırılan bardağın bir parçasıyla bileklerini kesmişti.  Sevindim. En nihayetinde bir çıkar yol vardı işte. Cam parçasını alıp sakladım. Sonra akıllıca bir şey düşündüm. Parçayı ikiye bölüp birini İrene’nin yanına bırakıp diğerini sakladım. Fedaiyi çağırdım. Biraz karışıklık oldu. İrene’nin cesedini alıp götürdüler. Sonrasında ne olduğunu hiç öğrenemedik. Moldovalı bir kız ifadesiz bir bakışla bana; “O ilk değil. Benim kardeşim aşırı dozdan gitti” dedi.

-“Öldüğüne sevindin mi?” diye sorup gözyaşlarına boğuldum.

-“Bilmem. Benim ruhum öleli aylar oldu” dedi. 

Ertesi sabah nihayet yattığımda, yastığımın altına sakladığım cam parçasını okşadım. Sonra ilk kez oğlumun yüzü gözümün önüne geldi. Ölümden başka kurtuluş yok muydu? Diğer kızlara ne kadardır burada mahpus olduklarını ve buradan ayrılmanın bir yolu yok mu diye sordum. Hepsi bir seneden fazladır oradaydı. Bir defasında birisi ağır rahatsızlanmış da hastaneye götürmüşler. Bir daha ondan haber almamışlar. Ya hastalık ya ölüm. Bu cümle bir takıntı haline geldi. Bir gece kulübe bir grup turist geldi. Gece üç gibi çıkarken beni ve iki kızı otellerine götürdüler. Odada baş başa kalınca Rusça bilip bilmediğimi sordu.

-“Tabii” dedim. “Ben Moldovalıyım.” Kalbim öyle hızlı atıyordu ki göğsümden çıkacak sandım.

-“Ben Fransız’ım ama biraz Rusça biliyorum. Bizim şirketin Moskova’da işleri vardı” dedi. “Rus mafyasıyla çalışıyoruz” diye ekledi gülerek!

Neden onu tek kurtuluş çarem olarak düşündüm, bilmiyorum. Ona her şeyi anlattım ve beni kurtarması için yalvardım. Düşünceli şekilde başını salladı. Birkaç saatliğine bile olsa yüreğimde yeniden ümidi hissetmiştim. Sonra da daha derin bir ümitsizliğe kapıldım.

-“Aptalsın” dedim kendime. “Mafya için çalışan Fransız!”

Üç gün geçti, beni ofise çağırdılar. İlk kez “Müdürü” gördüm. Kısa boylu, şişman, beyaz ceketli bir adamdı. Çat pat Rumence’yle bana birkaç günlüğüne bir beyefendiyle bir yere gideceğimi söyledi. Pasaportumu, bir de cep telefonu verdi.

-“Her gün öğlen beni arayacaksın. Döndüğünde de seni havaalanından aldıracağım.”

Bana bir de uçak bileti verdi.

Herhalde aklımı yitirdim ya da rüya görüyorum diye düşündüm. Bir fedai elimden tutup odama götürdü ve bana bir elbise verdi. Çabucak giydim. Tekrar elimden tuttu, bahçeye çıkıp yüksek telin demir kapısına doğru yürüdük. Kapıyı açtı, sokağa çıkıp beklemeye başladık. Güneş acımasızca kavuruyordu. Başım öyle ağrıyordu ki patlayacak sandım. Ne kadar bekledik bilmiyorum. Sonra bir araba gelip durdu.

İçinde üç adam vardı. Fedai arabanın kapısını açtı, adamlarla biraz konuştu. Pasaportumu ve biletimi arkada oturan adama verip arabaya binmemi işaret etti. Araba hareket etti. Neden sonra arabadaki üç adama baktım. Arabayı kullanan Moskova’da çalışan Fransız adamdı. Arkadaşlarıyla selamlaştı. Pasaport kontrole doğru yürüdük. Pasaportumla biletimi verip usulca; “Arkamdan gel ve hiç konuşma” dedi. Bekleme salonunda birbirimizden biraz uzakta oturduk, o kendini elindeki gazeteye verdi. Birisi zamanında bana Orpheus ve Eurydice’in hikâyesini anlatmıştı. En ufak bir hata yapsam, bir yanlış söz, bir yanlış harekette, ne bileyim, herhangi bir şeyde tekrar cehenneme döneceğim diye düşündüm. Korkuyordum, ümitliydim, tedirgindim. İçimden bir şey bana onun da korktuğunu söylüyordu. Ankara’ya gittiğimizi anladım. Moskova’da çalışmıyor muydu? Uçakta yan yana oturduk. Bana içecek ikram edip utangaçça gülümsedi. Kendini tekrar gazetesine verdi. Uçuş ne kadar sürdü bilmiyorum. Aklımdaki düşünceler karman çorman, mantıksızdı. Gözümü kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Nihayet vardık. Olağan kontrollerden sonra havaalanından çıktık. Çıkar çıkmaz, taksi beklerken bana;

-“Patronunu ara, her şey yolunda de” dedi.

Dediğini yaptım. Taksi bizi şahane bir otele götürdü ve bize odamızı gösterdiler. Fransız binanın diğer tarafında manzaralı bir oda istediğini söyledi.Sokağa çıktığımızda bana gülümseyerek:

-“Şimdi anlatabilirim. Takip ediliyor olabiliriz” dedi. Beni kulübün sahibinden bir haftalığına 15.000 dolara satın aldığını söyledi.

-“En pahalı tatilim bu olacak” dedi gülerek.

-“Hafta bitince beni geri mi göndereceksin?” diye sordum, gözlerim yaşlı.

-“Elbette hayır! Ama çok dikkatli olmam lazım. Başım belaya girsin istemem.” 

Her gün öğlen telefon ettim. Her akşam odada mikrofon ve gizli kamera aradık. Düşünceli ve endişeli görünüyordu. Üç gün sonra havaalanına gittik. Oteli arayıp üç günlüğüne civarı gezmeye çıktığını, kendisini arayan olursa dört güne döneceğini söylemelerini söyledi. Bana Moldova’ya bilet aldı, 200 dolar verdi. Oğlum için bir kutu oyuncak araba aldı ve;

-“Dikkatli ol. İyi yolculuklar” dedi.

Gözyaşlarım sessizce akıyordu. Bana cep telefonunu verip;

-“Her şey yolunda deme zamanı” dedi.

Telefonu alıp cebine koydu. Uçağımın anonsu yapıldı.

-“Git” dedi.

-“Seni asla unutmayacağım.”

 Kaynak: Perfume of Hell, 2011, Cyprus Stop Trafficking