Perfume of Hell - İsevi Bir Ülke

Perfume of Hell - İsevi Bir Ülke

Perfume of Hell - İsevi Bir Ülke
Perfume of Hell - İsevi Bir Ülke

Uçağın tekerleri piste değdi. Motorun sesi değişti. Yanımdaki koltukta uyuyan ufaklığı nazikçe dürttüm.

-Uyan hadi, geldik.

Pek de anlamadığım bir şeyler fısıldadı. “Gitmek istemiyorum” gibi bir şey duydum. Kazablanka havaalanındaki manzarayı hatırladım. Teyzeler, anneler, kuzenler bize veda ediyor, “iyi yolculuklar”, “tez git, tez gel” diyorlar. Kız da ağlıyor, avutabilene aşk olsun. Annesi, benim en büyük ablam, kendi gözyaşlarına güçlükle hakim olurken onu azarlıyor. 

- Allah’a ve sana bu işi bulan Dina’ya şükret. Üç ay sonra evimizi bitirmeye yetecek kadar parayla döneceksin. Mohamed’le evleneceksin ve her şey güllük gülistanlık olacak.

İki küçük valizimiz nihayet geldi. Valizleri kapıp çıkışa doğru koştuk. Şefkatli hemşerimiz, bir arkadaşımın arkadaşı olan ve bizim gibi gariban kızlara bar ve kahvecilerde Fas’ta kazanacağımızın on katı maaşla garsonluk işi bulan Dina’yla orada buluşacaktık. Bize sözleşmeyi, biletleri ve üç aylık oturma iznini göndermişti. Beğenirsek daha uzun süre kalmamızı ayarlayabilirmiş. Emniyette bağlantıları olduğunu söyledi. Allah ondan razı olsun, hemşerilerini nasıl da düşünür. Onunla bir kez telefonda konuştum. Havaalanında bizi karşılayacak. Üstünde adımız yazan kağıtlarla bizi bekleyecek.

Izdırapla etrafıma baktım. Ortalıkta genç Faslı kadın yok. Bir anda altmış yaşlarında, saçları erkek saçı gibi kısa kesimli şişman bir kadın bize doğru gelip üzerinde isimlerimiz Arapça yazılı bir kağıt gösterdi.

-Dina? Diye sordum mazlumca.

-Evet Dina diye cevap verdi. Pasaportlar.

Pasaportlarımızı ona verdim ve verir vermez de pişman oldum.

-Dina? Diye tekrar sordum, gözlerimden yaşlar boşandı boşanacak.

-Gel, gel.

Elimden tutup beni bir arabaya doğru götürdü. Şoför indi, arka kapıyı açıp “Dina, evet, gel” diyerek bizi arabaya ittirdi.

Dina bizi almaları için onları mı göndermiştir? Kendisi gelememiş miydi? Yanımdaki ufaklık solgun ve sessiz, oturuyordu. Bu işte bir iş vardı ya, ne? Allah’ım sen bize yardım et.

Yol bir saat sürdü. Kimse konuşmadı. Gittikçe daha da endişeleniyordum. Hiç değilse sakin görünmeye çalışarak "gece diye" dedim kendi kendime, “sabaha her şey daha iyi olacak”.

Vardık. Arabadan indik. Bir kapı açıldı. Altmışlarında şişman bir adam el sıkışmak için elini uzattı. Kısa saçlı kadın pasaportlarımızı ona verdi. Biraz lafladılar, ben tabii ki konuştuklarını anlamıyordum.

-“İngilizce biliyor musun?” Altmışındaki adam bana söylüyordu.

-“Az”, diye yanıt verdim.

-“Gel” dedi.

Peşinden gittik. Bir odanın kapısını açtı. Girmemizi işaret etti. Girdik. Kapı arkamızdan kapandı. Açmaya çalıştım, kilitliydi. Işığı açtım. Başka bir kapıdan duş ve tuvalete geçiş vardı. Pencereyi de açamadım. Biz mahpus muyduk? “Paranoyaklığın tuttu” diye kendimi azarladım.

Ufaklık cenin pozisyonunda yataklardan birine yatmıştı. Ben de diğerine oturup uyumayıp kahramanca gün doğumunu beklemeye karar verdim. Bitkinliğime yenik düşüp uzandım. Kabuslarla dolu derin bir uykuya daldım. Herhalde bağırmışım ki ufaklık beni dürtüp uyandırdı ve nazikçe “Korkma, rüya görüyorsun” dedi.

Bir zaman sonra kapı açıldı. Kırklarında, belki daha genç bir kadın girdi ve “Selamın Aleyküm” dedi. Gelen Dina’ydı. Üstümdeki ağırlık kalktı ve gün yüzümüze gülüyor gibi hissettim.

-“Gel” dedi Arapça, “bir kahve ya da istersen çay içelim.” Ocak ayı olmasına rağmen güneşli bir gündü ve hava hiç de soğuk değildi. Kahveciler kaldırımlara masa atmışlardı. Oturduk, garsonluk yapan genç kız siparişimizi almak için koşturdu. Dina onunla, bir tanışla konuşur edasında, İngilizce konuştu.

-“Burası çok hoş bir kahveci, buraya sık gelirim” dedi Dina bize.

Cebinden paketini çıkarıp bize sigara tuttu.

-“Kullanmıyoruz” dedim.

-“Yolculuk nasıldı? Yorucu muydu? Ablamın kızı diyordun, bu o mu? Kaç yaşında?

-“On dokuz yaşında” dedim. “Nişanlısını bırakmak istemediği için gelmek istemiyordu. Annesi zorla gönderdi. Bütün yol boyu ağladı.”

-“Sen boşandın mı? Niye boşandın? Bizim ülkede kadınlar genelde boşanmazlar. Kısmetlerine razı olurlar.”

-“Domuz herifin tekiydi diye boşadım” dedim çekinerek.

-“Domuz mu?” Dina güldü. “Buradakileri gördükten sonra azizmiş dersin.”

Ne demek istediğini pek anlamadım. Çaylar geldi. Dina kızla konuşuyordu. Bir cüret, ikisine de alıcı gözüyle bir baktım. Kız uzun, ince, sarışın, kötü giyimli, mavi gözleri donuk bakan bir kızdı. Dina, bence erken yaşlanmış, zengin giyimli ve takılarla bezeliydi.

-“Biz de böyle bir kahvecide mi çalışacağız?” diye sordum utangaçça. “Ben Kazablanka’da garsonluk yaptığım için işi iyi bilirim ama Miriam terzi yamağıydı.

-“Ben işi de nerede çalışacağınızı da sana anlatacağım. Sen şimdi çayını iç. Fas’taki gibi değildir buranın çayı ama ne yaparsın? Birbirimizi anlayıp dost kalalım diye seninle açık konuşacağım. Bana iki uçak bileti, vize ücreti, çalışma izni, yapılacak sağlık muayenelerinin ücreti, Fas’taki arkadaşının arkadaşına verdiğim para, bir de seni havaalanında karşılayan kadına verdiğim parayı borçlusun. Hepsini bu kağıda hem Fas hem de bu ülkenin para birimiyle yazdım.”

Kağıda bir göz attım ve bir fenalık geldi.

-“Ama bunu niye önceden söylemedin? Çok para bu! Ben bunu nasıl geri öderim?”

-“Sordun da söylemedim mi? Hepsini ben cebimden vereceğim mi sandın?”

Ağır bir sessizlik çöktü. Miriam tekrar ağlamaya başladı ve Dina sözü aldı:

-“Borçlarını ödeyip sonra da evini yaptırmak için çalışman lazım. Çalışacağın yer akşam sekizde açılır, sabah karşı üç – dört gibi kapanır. Öğlene kadar uyuyabilirsin. Bir barda çalışacaksın. Müşteriye sattığın içki üzerinden ücret alacaksın.”

-“Çok müşteri olacak mı?” diye sormaya cüret ettim.

-“Oooh, istediğin kadar! İçkiye müsaade edilen İsevi bir ülkedeyiz. Suphanallah içki her ülkede yasak değil! Ama tahmin ediyorum borcunu bir an evvel ödemek isteyeceksin, o zaman çok para kazanmak için başka bir şey yapman gerekecek."

-“Nasıl yani?”

-“Müşterilerle dışarı çıkman gerekecek. Müşteri başına 30 Avro alacaksın.”

Duyduklarımdan tedirgin olup sözünü kestim.

-“Ne demek müşterilerle dışarı çıkmamız gerekecek?” 

Dina bana ilk kez alaycı bir bakış attı ve ayrıntılarıyla anlattı. Tepemin tası attı.

-“Asla!” diye bağırdım. “Ben orospu değilim. Miriam da…

-“Nişanlı, hem neler çekti garibim” diye alaycı bir kahkaha patlattı.

Sandalyeyi kafasına geçiresim geldi. Niye yapmadım bilmiyorum. Yaşadıklarımızdansa hapis yeğdir. Kendimize acındırmaya çalıştım. Ne de olsa biz de onun gibi Faslıydık. Neler dediğimi bile bilmiyorum. Konuştum, yalvardım, ağladım. Sadece en sonunda “Allah’tan korkmaz mısın?” diye sorduğumu hatırlıyorum.

-“Allah’tan mı? Hayır. Allah büyüktür, biliyorum, ama şu anda İsevi bir ülkede, onun salahiyetinin dışındayız. Buraya başka iblisler hakimdir. Ben sadece birinden korkarım… Sesini alçalttı. Costas’tan korkarım. Senin de korkman gereken odur. Kemik kırmasına kırar ya, daha beteri, insanın ruhunu ezer.

Başını eğdi. Gözyaşını saklamak istedi diye düşündüm. Ondan nefret etmeyi bıraktım.

Günün kalanını odamızda kilitli geçirdik. Ben kaçış planları yapıyordum. Polis bize yardım edemez miydi? Dina, Costas’ın pek çok memurla dost olduğunu ısrarla söylemişti. Ve biz Fas’ta polisten korkmasını öğrenmiştik. Yok mu bir dürüst memur? Varsa da nereden bileceksin, nerede bulacaksın?

Kapı açıldı, Dina soğuk bir sesle:

-“Gel, Costas seni görmek istiyor” dedi.

Titreyerek onun peşinden gittik.

Bir masanın arkasında altmış yaşında, 150 kilo, saçları kömür karası boyalı, boynunda altın zincirli bir adam oturuyordu. İngilizce bir şeyler söyledi, Dina tercüme etti.

-“Miriam’ı satmayacak ama karşılığında senin üç katı çalışman gerek. Anca buna ikna edebildim. Kabul ediyor musun? Gel hadi, üç ay sonra evine döneceksin.”

- “Şükran” diye fısıldadım. “Teşekkür ederim”. Neredeyse gözyaşlarımda boğulacaktım.

Cehenneme gidip de şeytanın hangi işkenceyi istediğini sorduğu adamın hikayesini bilir misiniz? Ben o kadar şanslı değildim; seçme şansım yoktu. Müşteri parasını verir, ben her şeye katlanmaya mecbur. Allah’a şükür çoğu normal insanlardı. Ama arada bazı sadistler de vardı ki “ölecek miyim?” diye korktuğum oldu. Yalnızca Miriam’ı düşünmek beni yüreklendiriyordu.

Bir akşam beni ilk satın aldığında feci işkence eden birisine gitmeyi reddettim. Bana ne yaptığını anlatmayacağım; ama size üzüldüğümden değil, o kabusu tekrar yaşamayı kaldıramayacağımdan. Bu kez reddettim.

Costas bizzat gelip beni “arkadaşım” dediği adamla gitmeye ikna etmeye çalıştı. Ben devamlı “Arapça hayır, hayır, hayır, korkuyorum” dedim. Costas sinirlendi ve kendi dilinde küfrederek bana iki tokat attı. Anladığım tek kelime “putana”ydı. Sonra gece kulübünün iki çalışanına beni küçük bir odaya atmalarını emretti ve beni orada acımasızca dövdüler. Bir noktada usanıp beni bıraktılar. Yerde ne kadar yattım kaldım bilmiyorum. Temizlikçi kadınlardan birisi beni buldu ve bana giyecek bir şeyler getirdi. Giyindim. Yürüyebildiğimi fark ettim. Kapı açıktı, ben de dışarı çıktım. Her bir adım işkence gibi geldiğinde zorlukla yürüyordum. Birkaç kadınla konuşmaya çalıştım ama bana bakıp aceleyle uzaklaştılar. Bir tanesi durdu.

-“Hastane” diye fısıldadım.

-“Gel” dedi.

Beni arabasına bindirip hastaneye götürdü. Hemşireye ne dedi, bilmiyorum. Bana baktı, “teşekkür ederim” dedim ve gitti. Beni yatağa yatırıp yaralarımı temizlediler. Pansuman yaptılar. Bana yiyecek-içecek bir şeyler verdiler. Akşama doğru kabulümü yapan hemşire bana İngilizce bir şeyler söylemeye başladı. Anladığım tek kelime “polis”ti. Korktum ve “Arapça hayır, hayır, hayır” dedim. Belki de kabul ettiğimi düşündü. Beni bir arabaya bindirip karakola götürdü. Bir memur bizi karşıladı. Hemşire çok kızgın ve öfkeli görünüyordu. Uzun bir süre konuştu. Vücudumun çeşitli yerlerine işaret etti. Memur bana hangi kulüpte çalıştığımı sordu. İsmini söyledim ve benim yanımda orayı telefonla aradı. On dakika sonra Costas bizzat gelip beni aldı.

Beni odama kilitlediler. O sabah Miriam gelmedi. Costas, Miriam’ı kendisini arayan polis memuruna hediye olarak vermişti.

Allah’ın yardımıyla bu İsevi ülkeye gelişimizin üstünden bir ay geçmişti.

Miriam’ı öldürüp intihar etmeyi düşünüyordum. Ama nasıl yapabilirdim ki? Gece kulübü bir binanın bodrum katındaydı. Benim odam ilk kattaydı. Bu kahrolası ülkede tren bile yoktu.

Bir gece, daha dayağın izleri tam geçmemişken, bir müşteri bana:

-“Arrif arabi?” diye sordu.

Afallamış halde ona baktım.

-“Ayotia! Fas.”

Yan yana oturduk, tek tük Arapçasıyla bana beş yıl Libya’da çalıştığını anlattı. Şampanya sipariş etti ve gece onunla otele gelmek isteyip istemediğimi sordu. Gizleyemediğim bir mutlulukla kabul ettim.

Otelde ona her şeyi anlattım. Ertesi gece ikimizi de “satın alacağına” söz verdi. Bizi kurtarmanın en iyi yolunu araştıracaktı.

Miriam’a hiçbir şey söylemedim. Niye ümit vereyim ki? Belki nafile. O gün kadar yavaş geçen bir gün olmamıştır.

O gece ikimizi de “satın aldı”. Arabasına binip Limassol’e gittik. Savvas babayla ilk kez böyle tanıştım. Sığınma evinde o sırada 20 kadar kız vardı. Bir Faslı daha, pek çok Dominikli, Moldovalı ve Ukraynalı. Kimse hikayesini anlatmak istemiyordu. Neden ki? Hepsi birbirine çok benziyordu. 

Çok anlayışlı bir memureye ifademizi verdik. Mahkemede tanıklık yaptık. Costas’ın davasına kadar bu İsevi ülkede kalma hakkımız oldu.

Mahkemenin kararını bilmek ister misiniz?

Miriam ve ben güvenilmez orospulardık, Costas da ekmeğini dürüstçe kazanan muteber bir aile babası.

Kaynak: Perfume of Hell, 2011, Cyprus Stop Trafficking